Türklerin Uygarlık Serüveni
TÜRKLERİN UYGARLIK SERÜVENİ
Prof. Dr. Atakan Hatipoğlu’nun yazdığı “Türklerin Uygarlık Serüveni” kitabı, köklü bir uygarlık birikimine sahip olan Türklerin uygarlık serüvenini ele alıyor. Kitapta Türklerin Orta Asya’da atlı çoban kültürünün ileri örneklerini yarattıkları, devletleşme aşamasına ulaşmalarının çok uzun bir zamana yayıldığı, bu süre içinde çok sayıda kabile konfederasyonu kurdukları ve büyük bir örgütlenme tecrübesi biriktirdikleri işleniyor. Türklerin Orta Asya’da tarih sahnesine çıkmasından günümüze kadar olan zaman dilimindeki uygarlık tecrübesi anlatılıyor.
Kitap, “Türklerin Uygarlık Sahnesine Çıkışı”, “Feodalizm Çağının Uygarlık Merkezi Osmanlılar”, “Uygarlık Şoku: Sanayi Toplumuna Geçiş Sancıları”, “Türk Devrimi: Emperyalist Sistemden Çıkış”, “Küçük Amerika Süreci: Batı Sistemi İçinde Yol Bulma Arayışları”, “Karşı Devrim: Türkiye’nin Küresel Sistemle Bütünleştirilmesi”, “Etki ve Tepki: Kesin Hesaplaşma ve Sonrası” olmak üzere yedi bölümden oluşmaktadır.
Avrupa’nın “karanlık çağı” olarak, ifade edilen Ortaçağ’da, Türkler, feodal tarım toplumları içindeki en ileri uygarlık mirasının taşıyıcısı olmuşlardır. Hatipoğlu, buna örnek olarak Karız Kanalları’nı göstermektedir. Bu kanallar, Tanrı Dağı’nın eteklerine düşen yağmur sularını, çölün diğer tarafına, buharlaşmasın diye çölün altından 60 kilometre boyunca Turfan’a taşıyan devasa bir yeraltı sulama sistemidir. Bu sistemin toplam kanal uzunluğu 5 bin kilometreyi aşmaktadır. Dahası Türkler, yönetim ve siyaset bilimine de Batı’dan daha önce katkı sunmuşlardır. “Mutluluk veren bilgi” anlamına gelen 11. Yüzyıl’da Yusuf Has Hacib’in yazdığı “Kutadgu Bilig”, devlet yönetimini Machiavelli’nin “Hükümdar” adlı eserinden 441 yıl önce ele almıştır. Hatipoğlu, Kutadgu Bilig’de devletin orduyla ilişkisi, devlet otoritesinin kaynakları, hukuk düzeni ile devlet arasındaki ilişki, bilginin iktidarla bağlantısı ve halkın güvenlik ve refahının önemi gibi konuların, “Hükümdar” kitabından çok daha derinlikli biçimde incelendiğini belirtiyor. Fakat Hatipoğlu, Avrupamerkezci tarih yazımının etkisiyle, siyasal düşüncelerin tarihini salt Avrupa’da olup bitenlerden ibaretmiş gibi görme eğilimi çok yaygın olduğunu da sözlerine ekliyor. Bu bakışın, Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i, Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lugat-it Türk’ü, Nizamülmülk’ün Siyasetname’si ve Firdevsi’nin Şahname’si gibi Doğulu kaynakların bugüne kadar ya görülmesini ya da hak ettikleri değerleri görmesini engellediğini vurgulayarak aslında Avrupamerkezci tarih yazımına dikkat edilmesi gerektiği hususunda uyarıyor.
Kitabın dikkat çekici yönlerinden biri, Atatürk dönemini ve sonrasını karşılaştırmalı bir biçimde ele almasıdır. Hatipoğlu, Türkiye’nin, Atatürk’ün mirasından ayrıldığını, Batı sisteminin içine yeniden girerek, kestirme yoldan uygar dünyanın bir parçası olabileceğini düşündüğünü belirtiyor. Fakat Hatipoğlu’na göre “Türkiye’yi yönetenlerin hesaplamadığı şey, sistemin içindeki bir ülkenin ancak sistemin efendilerinin izin verdiği ölçüler içinde hareket edebileceğiydi. Buna uluslararası işbölümü deniyordu ve gelişmekte olan bir ülkenin payına hep ‘gelişmekte olmak’ düşünüyordu”. Gerçekten de Türkiye, Atatürk’ün SSCB ile iyi geçinilmesi yönündeki vasiyetinden ve bölge ülkeleriyle işbirliğinden vazgeçerek önce ABD ile ilişkileri geliştirecek, sonrasında NATO’ya üye olacak ve Avrupa Birliği aday üyeliği ile AB’nin “ilerleme raporları”na göre kendini ayarlayacaktı. Oysa Atatürk, “Halbuki hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin. Tarih böyle bir hadise kaydetmemiştir” demişti. Atatürk 29 Ekim 1933’te “millî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız” demiş olmasına rağmen Atatürk’ün Batı uygarlığını hedef gösterdiği dile getirilmeye başlanmıştı. Oysa “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma” hedefi, Batı Uygarlığı’nı aşmayı önüne amaç olarak koymaktaydı. Atatürk’ten sonra, O’nun Batıcı olduğu vurgulanarak Batı’ya teslimiyete meşruluk sağlanmaktadır.
Kitabın bir başka dikkat çekici yönü de, İslamcılığın neo-liberalizme eklemlenmesine sınıfsal bir analiz getirmesidir. Hatipoğlu, meseleye sermaye birikiminin dünyada ve Türkiye’de geldiği noktadan yaklaşmaktadır. İslamcılığın neo-liberalizme nasıl eklemlendiği sorusunun yanıtını şöyle vermektedir:
“Onun [İslamcılığın] toplumsal taşıyıcısı olan sınıfın, Anadolu’nun yükselme hırsı içindeki ticaret burjuvazisi olmasında yatıyordu. MÜSİAD çevresinde örgütlenmiş İslamcı işadamları için İslami kimlik piyasa güçlerinin işleyişini kolaylaştırmak ve piyasadaki kendi hisselerini şekillendirmek hedefinden ayrılabilir değildi.”
Hatipoğlu, 12 Haziran 2007 İstanbul’un Ümraniye ilçesinde bir gecekonduya emniyet güçlerince yapılan baskınla birlikte PKK açılımı için Ergenekon Operasyonu’nun başlamasıyla Türkiye’nin bağımsızlığı konusunda emperyalizmle kesin hesaplaşma döneminin başladığını belirtmektedir. Fakat 22 Temmuz 2015’te Şanlıurfa’nın Ceylanpınar ilçesinde iki polis memurunun PKK tarafından şehit edilmesi kırılma noktası olmuş ve Türk Silahlı Kuvvetleri, 24 Temmuz 2015’te Irak’ın kuzeyindeki PKK kampları vurularak açılım kapanmıştı. Bundan sonra Tayyip Erdoğan yönetimi ile ABD’nin arası giderek bozulacaktı. Öncesinde Gezi Parkı’nda ağaçların sökülmesiyle başlayan eylem, Ak parti içindeki fiili koalisyonun bozulmasına yol açmıştı. TÜSİAD sermayesi, FETÖcüler ve Batıcı liberal aydınlar bu koalisyonun bileşenleri arasındaydılar. Fakat koalisyon Erdoğan’ın İslamcı vurguları, Abdullah Gül ve Bülent Arınç gibi kurucu önderleri ikinci plana itmeye başlaması, 2008 krizinden sonra sıcak parayı ülkeye çekmekte görece başarısız olması ve en son Gezi Parkı olaylarının yönetilmesindeki beceriksizliği, liberallerle arasının bozulmasına neden oldu. Özellikle Erdoğan’ın Batı ile ilişkilerindeki uyumsuzluğu, tercihlerini Batı yönünde yapan liberalleri ve FETÖ’yü Erdoğan’dan uzaklaştırdı. Koalisyonun ortaklarından FETÖ, Haziran ayaklanmasından kısa bir süre sonra, 17-25 Aralık 2013’te bir dizi ses kaydını internetten yayınlayarak Erdoğan’ı zor duruma sokmak istedi.
15 Temmuz 2016’da ABD destekli Fethullah Gülen darbe girişimine yer veren Hatipoğlu, bu olayda ABD ve onun önderliğindeki NATO’nun rolünü de açığa çıkarmaktadır. Uçakların, yakıtlarını NATO’nun denetimindeki İncirlik üssünden kalkan uçaklardan ikmal ettiklerine, CIA’nın Türkiye ve Ortadoğu uzmanlarından Henry Barkey’in, 15 Temmuz öncesinde gelişmeleri izlemek ve yönetmek üzere İstanbul’a geldiğine, hareketin başarısız olduğunun anlaşılması üzerine 17 Temmuz günü Türkiye’den ayrıldığına dikkat çekmektedir. Yazar haklı olarak Gülen cemaatinde bir tür “İslami Calvinizm” keşfeden aydınları ve bilim insanlarını da eleştirmektedir. Hatipoğlu’na göre “ortada kapitalizmin temelini kuran gecikmiş bir “Müslüman protestanlığı” falan yoktu. Uluslararası istihbarat örgütleri tarafın dan teslim alınarak mankurtlaştırılmış bir ajan teşkilatı vardı.”
Türkiye’nin bağımsızlaşmasında bu darbe girişimi sonrasında devletten ve toplumdan FETÖ unsurlarının temizlenmesinin önemini vurgulayan Hatipoğlu, PKK’ya yönelik hendek operasyonlarının aynı zamana denk gelmesinin tesadüf olmadığını gösteriyor. Özyönetim ilanları üzerine devletin Diyarbakır, Mardin, Şırnak, Muş ve Batman’da hendeklerin kapatılması, PKK militanlarının sokak sokak temizlenmesi için 2015’in Ağustos ayından 2016’nın Mart ayına kadar 249 şehit verme pahasına sürecek bir harekât başlatıldı. Dahası 24 Ağustos 2016’da TSK, IŞİD ve YPG’yi temizlemek için Fırat Kalkanı Harekâtı’nı başlattı ve Halep’e girdi. Böylece ABD’nin Kürdistan planı bozuluyordu.
Türkiye’nin Rusya’dan S-400 alması, ABD’nin Türkiye’yi F-35 savaş uçağı programından çıkarmasına neden oldu. Erdoğan yönetimi, enerjide dışa bağımlılığı azaltmaya, sıcak para ve borçlanmaya dayalı ekonomi politikasını terk etmeye veya azaltmaya dönük, milli bir elektrikli otomobil (TOGG) üretimi için bazı adımlar atıyor, milli savunma sistemlerini güçlendirmeye çalışıyor ve “Mavi Vatan” doktrinini hayata geçirmeye başlıyordu. Fakat sorun, bunların bir milli programa bağlı olmamasıydı. Dahası iktidar tutarsızdı. İktidar, Batı sisteminin tepkisini çekecek adımlar atsa da Avrupa Birliği’ne üyelik iradesini yineliyor, ABD ile gerilse de temas kanalları arıyordu. Erdoğan bir ayağı Asya’da, bir ayağı Batı’da olmak üzere “denge politikası” izlediğini düşünse de Türkiye Batı’ya karşı Asya’daki müttefiklerine güven vermekte zorlanıyor.
Türkiye’nin tercihini Asya’dan yana yapması noktasında Batı’dan gelen tehdit ve tehlikeleri sıralayan yazar, bunu ekonomik verilerle de destekliyor. Önümüzdeki on yılda dünyanın en büyük on ekonomisinden altısının Asya’da yer alacağını, Türkiye’nin IMF’nin yaptığı dünya ekonomisinin büyümesine Çin, Hindistan, ABD, Endonezya’nın ardından katkı yapan 5. ülke olacağını, ilk on ülkenin üç tanesinin Batı sisteminin içinde, geri kalan yedisinin Batı sistemi dışında yer alacağını belirtiyor. Dahası Asya, Latin Amerika ve Afrika ülkelerinin ekonomik büyüme hızları da artıyor.
Kitabın Sonuç kısmında yazar, dünyanın en ileri ülkeleri arasına girmek ve uygar dünyada başa güreşebilmek için ne yapmak gerektiği sorusuna, ileri teknoloji üretimine, yüksek katma değer yaratacak ürünlerin varlığına, markalaşmaya, sanayileşme başta olmak üzere bütün sektörlerin dengeli ve hızlı gelişmesine, milli birliğin ve dayanışmanın korunmasına, insan sermayesinin yüksek niteliğe kavuşturulmasına bağlı olduğunu söylüyor. Ancak bu etmenlerin, “tam bağımsızlık” şartına bağlı olduğuna da dikkat çekiyor.
Hatipoğlu, Türkiye’nin uygarlık serüveninde yönünü bulacağına dair umudunu şu şekilde dile getiriyor:
“Türkler, geçmişte yaptıkları gibi şimdi de yüzlerini uygarlığın merkezlerine dönecekler. 21. yüzyılda bu kez yükselen Asya uygarlığına…”
Biz de bu umudu paylaştığımızı belirterek yazara, Türkiye’nin uygarlık serüvenini dile getirmesi yönündeki emeği ve uyarıları için teşekkür ediyoruz.
Mustafa Solak